8 Şubat 2015 Pazar

Tunus

Yıl 2009, evleneli 4 ay olmuştu ve eşimin bir müşteri ziyareti için Tunus'a gitmesi gerekiyordu.  Bana bunu söylediği an kararımı vermiştim, kocamla birlikte ben de Tunus'a gidecektim. Gezilecek yerler listesini o akşam hazırlamaya başlamıştım bile. Böylelikle
eşimle birlikte ilk yurt dışı gezimizi yapacaktık. Daha doğrusu o çalışacaktı ben gezecektim :)

Yolculuk günümüz bir Ramazan Bayramı’nın ertesi günüydü. Hacıların İstanbul’dan aktarmalı uçtuklarını bilmiyorduk maalesef. Bu yüzden 3 saat rötarla kalkan uçağa bindiğimizde bir uçak dolusu Arapla birlikte Tunis’e (başkent) vardık. Yaklaşık 3,5 saat süren yolculuk sonrasında neredeyse 1 saatte valizlerimizi bekledik. Çünkü bir uçak dolusu hacı galon galon zemzem suyu getirmiş ve insanı komaya sokan itiş kakış içinde o senin bu benim diyerek etrafa gürültü saçıyorlardı. En sonunda valizlerimizi aldık ve çıkış kontrollerinin ardından bizi bekleyen araca doğru yürümeye başladık. Bir de ne görelim. Yılda sadece 20 gün yağış alan Tunus’a bizim geleceğimiz gün yağmur yağmaya başlamıştı. Hem de bir fırtınanın yaklaştığını söylüyorlardı. Uçağın 3 saat rötar yapsın, hava alanında 1 saat hacılarla boğuş, gittiğin gün hava yağmurlu olsun yetmezmiş gibi bir de fırtına çıksın. Bahtsız bedevi durumları…

Bizi almaya eşimin müşterisi geldi ve hava alanından merkeze 20 dakika süren kısa bir yolculuktan sonra otelimize bıraktı. Aslında o gün şantiyeye gitmeleri gerekiyormuş ancak işçiler fırtına çıkabilir uyarısı üzerine işi bırakmışlar. Hal böyle olunca bize siz de dışarı çıkmayın uyarısını yaptıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Bir süre sonra baktık fırtına filan yok, yürüyelim biraz dedik ve kendimizi hiç bilmediğimiz sokaklara attık. Uzun bir yürüyüş sonrası yorgunluğun ve açlığın bastırmasıyla birlikte küçük bir kafede bir şeyler yedik. Gelişimizin ilk günü olduğundan ve ne yenir ne yenmez bilmediğimizden pizza ile idare ettik. Sonradan edindiğim tecrübe ile söyleyebilirim ki pek de güzel yemekleri olan bir ülke değil. Yemekler hakkında birazdan bahsedeceğim. Ve tekrar yürümeye başladık.
Upuzun ve geniş bir caddenin başındaydık şimdi. Çok güzel ve düzenli gözüküyordu herşey. Akşamın loş ışıkları daha da güzelleştirmişti sanki etrafı. Caddenin sağında ve solunda Paris’teki gibi küçük kafeler caddede akan kalabalığı ağırlıyor, şirin dekoratif kesilmiş ağaçlar ise etrafa ayrı bir güzellik katıyordu. Adını sonradan öğrendiğim bu yer Habib Burgiba Bulvarıydı. 

Habib Burgiba Bulvarı üzerindeki kafelerden biri
Habib Burgiba Bulvarı üzerindeki kafelerden biri
Bulvarın sonunda kocaman bir saat kulesi karşılıyor sizi. Etrafında büyük sayılabilecek bir süs havuzu mevcut. Birçok Tunuslu’nun yaptığı gibi biz de havuzun kenarına oturuyor ve etrafı gözlemlemeye başlıyoruz. Burası değişik bir şehir. Daha önce gördüğüm diğer bir kuzey Afrika ülkesi olan Fas’a hiç benzemiyor. Burası insanı herhangi bir Avrupa başkentinde gibi hissettiriyor sanki… Caddeler, kafeler, insanlar… Orada bulunduğum 5 gün boyunca gördüğüm başı kapalı kadın sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Çünkü başını kapatmak yasakmış. Eşimin müşterisi verince bu bilgiyi, doğrudur herhalde deyip inanıyorum. Neyse, biz havuz kenarında otururken birden havuzun suları ve ışıkları hareketlenip bize küçük bir görsel şölen sundular. Gecenin karanlığında büyüleyiciydi. Ancak saatin neredeyse gece yarısına geldiğini fark edince otele doğru gitmek için ayaklandık. Caddenin sonundaki tramvay durağından 0.50 dinara bilet alıp otelimize yakın bir yerlerde indik biraz yürüyüş sonrası artık uyumaya hazırdık.

2. Gün

Sabah 8’deki kahvaltının ardından eşim şantiyeye gitti. Bense otelden bir harita alıp Dünya'nın en büyük ikinci mozaik müzesi olan Bardo Müzesine gitmek üzere taksiye bindim. Bir önceki günkü havanın aksine dışarısı günlük güneşlikti. Tam gezme havası:) Bu arada burada taksiler çok ucuz. Ben otelden müzeye kadar 2 dinar ödedim. Mutlaka taksimetre açtırın yoksa fena kazıklanırsınız. 15 dinarlık yolu 60 dinara götüren taksiciler var mesela. Ayrıca akşam 9’dan sonra %50 zamlı çalışıyorlar.  Müzeye gittiğimde 9,30’da açılıyor dediler. Yarım saatlik bekleyişten sonra 7 dinar verip bilet aldım. 1 dinar da içeri de fotoğraf çekmek isteyenlerden alıyorlar. Benden size tavsiye ben foto çekmeyeceğim demeniz. Çünkü içeriye girdikten sonra kimse size bunla ilgili bir şey sormuyor. Uyanık adamlar işte… Her neyse, yarım saatlik bekleme süresinde Tunuslu bir rehberle tanışıp ahbaplık yaptık ayaküstü. Slovak bir grubun tur rehberiymiş. Beni de sevmiş olacak ki sen bizim grubumuzla gir, ben onlara anlattıktan sonra sana da İngilizce anlatırım içeridekileri dedi. Ben tamam deyip grupla birlikte içeri girdim. İçerisi tek kelime ile büyüleyici. Lisansını tarih bölümünde tamamlamış biri olarak ağzımı hayranlıktan kapatamıyorum. Yer gök mozaik, heykel, sütun… Üst katta kazıda çıkan tarihi eserler mevcut. Bu arada müzenin bekçisinin bana anlattığına göre burası önceden saraymış ve Osmanlılar inşa etmiş. Bana pencerelerdeki yıldız ve hilal motiflerini gösterdi dikkatle. Türk olduğumu duyunca nedense pek bir sevindi. Burada Türkleri çok seviyorlar.






 Müze gezisinden sonra haritamı ve gezilecek yerler listesini çıkartıp bakıyorum. Listede Sidi Bou Said, Kartaca ve Medina var o güne ayrılan. Nasıl gidebilirim diye düşünürken birden bana içeride yardımcı olan Tunuslu rehberi görüyorum. Ona soruyorum bu yerlere nasıl gidebileceğimi. Sıkı durun: Daha geldiği gün yağmurla karşılaşan bahtsız "ben"in bahtı açılıyor çünkü rehber önce Sidi Bou Said’e ardından da Kartaca’ya gideceklerini, benim de onlarla gelebileceğimi söylüyor. İnanılmaz! Sanırım gezginlerin başına gelen bu tarz olaylar gezinin en güzel kısmını oluşturuyor. Bardo müzesinden mavi ve beyazın buluştuğu, küçük bir Yunan adasını andıran şirin mi şirin Sidi Bou Said’e varıyoruz. Aman Allah’ım nasıl bir yer burası. Her sokağın, her pencerenin her kapının fotoğrafını çekmek istiyorum. 

Sidi Bou Said


Sidi Bou Said
Tepeye vardığınızda yollar hediyelik eşya satan dükkânlarla dolu. Her biri çok güzel. Ama bir tanesi var ki çok enterasan. Sting’in Desert Rose şarkısını bir çoğunuz biliyordur sanırım. Orada bahsettiği “desert rose” burada tanesi 1-2 dinardan satılan bir taş. Bu taş çölde kendiliğinden oluşan bir doğal bir taşmış. Şekli güle benzediği için ki gerçekten her biri benziyor bu yüzden ona “çöl gülü” demişler. Gidenler bu taştan almalı. Buradan alınabilecek en enterasan hediyelik bence! 

Deser Rose  (Çöl Gülü)


Sidi Bou Said’e daha sonraki günlerde de geleceğimi bilmeden oradan ayrılıyor ve Kartaca’ya Hannibal’in ülkesine doğru yola çıkıyoruz. Burada sizlere Kartaca’nın tarihini anlatmayacağım. Çünkü heryerde bu bilgiyi bulabilirsiniz. Genel ama yararlı bilgiler vermeye çalışacağım. Sidi Bou Said ile aradaki mesafe çok kısa. Benim gibi şansı yaver gitmeyip trenle gideceklere ek bilgi: Tren istastonuna kadar taksi ile gidip ana gardan La Mersa’nın son durak olduğu trene binmelisiniz. Tren yaklaşık 30 dakika’da Sidi Bou Said’e, ondan sonra 10 dakikada da Kartaca’ya varıyor. 
Kartaca Antik Şehri
Çok kolay bir şekilde buraya ulaşmanız mümkün. Hem de 0,50 dinara! Bu arada ben grupla birlikte bilet almak için kuyruğa giriyorum. Giriş 8 dinar. Şimdi bir hatırlatma: Kartaca şehrinde görülecek yerlerin hepsi bir komplex içinde değil. Yürüme mesafesi ile ulaşılabiliyor her birine. Evler, tiyatro, bazilika, hamam, bunların her biri için ayrı bilet almanıza gerek yok. Aldığınız biletin arkası her gittiğiniz yerde işaretleniyor. Böylece tek biletle bütün Kartaca’yı gezebiliyorsunuz. Hem de 8 dinara. 8 dinar. Ülkemizdeki müze ve antik kentleri düşünürsek bu rakam gerçekten çok ucuz kalıyor ve kesinlikle verdiğiniz paraya değiyor. Geldiğim tur rehberi ile burada vedalaşıp bundan sonrasını kendim devam etmek üzere tren istasyonuna doğru yürüyorum. Susadığım için bir benzin istasyonundan içecek bir şey alayım diyorum, o sırada arkamda da bir polis memuru var. Fiyatını sorunca polis memuru kendi dilinde adama bir şeyler söylüyor. Sanırım kazıklanıyorum. Ne olduğunu anlamadan benim alacağım gazozun parasını polis memuru ödüyor ve “bendensin” diyor:) Evet çok entresan. Hiçbir asılma, yılışma emaresi göstermeyen bu polis parayı ödeyip çıkıyor bende teşekkür edip... Buradan sonra sırada Medina (hükümet binalarının, okul ve hastanelerin olduğu yer) ve souk ( bizim kapalı çarşının benzeri) var. Tren son durakta durunca benim yabancı olduğumu anlayan biri nereye gideceğimi soruyor, ben de söylüyorum. O da benimle aynı istikamete gideceğini söyleyince birlikte yürümeye başlıyoruz. Konuşmamız sırasında öğreniyorum ki kendisi Tunus asıllı Normandiya’lı bir Jeoloji profesörüymüş Tunus Üniversitesi’nde. O günde bir seminere katılmak üzere üniversiteye gidiyormuş. Bana Souk’ta dikkatli olmamı söylüyor. Hırsızlığın yaygın olduğundan, paranı ve telefonunu iyi koru ve pazarlıksız bir şey alma diyor. 

Souk


Souk’a geldiğimizde daha vakti olduğundan üniversiteye gitmekten vazgeçip bana alışveriş konusunda yardımcı olabileceğini dile getiriyor. Sanırım bahtım bir açıldı pir açıldı!! Anadilleri Fransızca ve Arapça olan Tunus’ta yabancı dil sıkıntısı çekmedim hiç. Genelde herkes İngilizce konuşuyor az çok ama bu alış veriş bölgesinin bulunduğu keşmekeş mekanda bu durum biraz zor gözüküyor. Profesör: sen ne alacaksan bana söyle ben senin için alayım sen bana parasını verirsin deyince ağzım hayretten bir kere daha bir karış açılıyor. Gerçekten de aldıklarımızı kendine alır gibi aldığından her şeyi yarısından da ucuza aldım. Bu arada el arabasında satılan ve daha önce hiç görmediğim bir şey dikkatimi çekiyor. Ne olduğunu soruyorum. Aldığım cevap çok ilginç: “Kaktüs meyvesi” Hinci dedikleri bu meyvenin dışındaki dikenli yeşil kabuğunu büyük bir ustalıkla soyan satıcı, içinden çıkan yavruağzı renkteki içini bana ikram ediyor. İçinde yenebilen küçük çekirdekleri olan bu meyve mideye iyi geliyormuş (5 tanesi 1 dinar). Tadı değişik ama denemek gerek. Şu hayatta kaktüs meyvesi de yemedim demem artık :) Bütün hediyeliklerimi buradan alıp çıkışa doğru yürürken aklıma safran almak geliyor. Bunu yeni tanıştığım arkadaşıma söyleyince bir aktara giriyoruz. Bana kapının önüne koyduğu paketteki safranlar yerine bu arkadaşım sayesinde kasanın yanında tuttuğu metal bir kutudan çıkardığı gerçek safrandan alıyorum hem de gr’mı 8 dinardan. Aktardan çıkınca artık gitme vakti geldiğini söyleyen profesörle vedalaşıp Habib Burgiba Caddesine doğru yürümeye başlıyorum. Yolun başındaki St. Vincent De Paul Katedralini de gezip gördükten sonra, birden bastıran sağanak yağmur eşliğinde otelime dönüp akşam yemeği için eşimi beklemeye başlıyorum. Hala bütün gün yaşadıklarıma inanamayarak…



3. Gün

Sabah kahvaltısında sonra eşimin müşterisi Abdülrahman Bey’i kızı Olfa ile birlikte bizi lobide beklerken buluyoruz. Daha önce bu baba kızı İstanbul’da ağırladığımızdan aramızda tanışıklık var haliyle. Olfa gününü benimle geçirmek üzere plan yapmış, hep birlikte otelden çıktık. Onlar şantiyeye gitti, biz La Mersa’ya. Burası güzel bir sayfiye yeri. Yollar çok düzenli, kafeler çok şık. Sabah güneşine karşı bu kafelerden birinde kahvemizi içip konuşuyoruz. Konuşuyoruz dememe bakmayın. Ben Fransızca ve Arapça bilmiyorum birkaç cümleden başka, Olfa da çok iyi İngilizce bilmiyor. Ama durumu idare ediyoruz. Hatta birbirimize kendi dilimizde bir şeyler bile öğretiyoruz. Giderseniz işinize yarayabilecek birkaç kelime:

Şükran: Teşekkürler 
Jemil : Güzel (Nesneleri yada yerleri tasvir etmek için) 
Benin: Güzel (Yemek için kullanılıyormuş) 
Kaf: Dur

Kahvelerimizi içtikten sonra La Mersa’da turluyoruz. Aslında etrafta çok fazla bir şey yok. Yazın çok güzel olduğuna eminim ama. Olfa beni botanik parka götürüyor. Tunis’in en yaşlı ağacının önünde fotoğrafımı da çektirdikten sonra Sidi Bou Said’e gitmek için taksiye biniyoruz. 


Önce Olfa’nın okuluna gidiyoruz. Kendisi Ecole Nationale d'Architecture et d'Urbanisme de Tunis’de 6. sınıf mimarlık öğrencisi o zamanlar.Bu okul koca ülkedeki tek mimarlık okuluymuş ve eğitim 6 sene sürüyormuş. Birlikte okulu dolaşıyoruz. Bütün öğrenciler bana bakıyor çünkü yabancı olduğumu biliyorlar. Biraz rahatsız oluyorum tabi. Olfa daha sonra beni arkadaşlarıyla tanıştırıyor ve aramızda koyu bir muhabbet başlıyor. Burada anlatacaklarım gezi kitaplarında bulunacak türden şeyler değil, çünkü bu arkadaşlar bana kendi hayatlarından bahsediyorlar. Bütün hepsi eğitimden şikayetçi. Projeleri için gerekli doküman bulamamaktan yakınıyorlar. Ülkede yabancı dekorasyon dergileri bile yokmuş esinlenebilecekleri. Hatta koca üniversitede internet bile yok öğrencilerin kullanabileceği. Bir şekilde idare ediyorlar ama. Mezun olduktan sonrası da dert biz de olduğu gibi. Öğrenciyken çalışmak için part-time iş imkanları yok denecek kadar az. Geçimlerini aileleri karşılıyor. Burada da bizde olduğu gibi kız ya da erkek evlenene kadar ailesi ile birlikte yaşıyor. Zaten başka alternatifleri de yok. Tunus’ta bir öğretmen maaşı 600 -800 dinar arası değişiyormuş. Yani 600- 800 lira arası. Ev kiraları da merkezde 300-350 dinar arası. Geçinmek haliyle zor tabi ki. Hatta bu ülkede evlenmek bile çok zor diyor erkek olan. Çok masraflıymış çünkü. Mobilya ve beyaz eşya çok pahalı olduğundan para biriktirmek bayağı zaman alıyormuş. Düğün alışverişi için daha uygun olduğundan Türkiye’ye bile gelenler varmış. Muhabbet uzadıkça uzuyor. Sıra müziğe gelince hemen Tarkan diyorlar. Gökhan Tepe ve Sezen Aksu’yu da tanıyorlar. Bunun dışında Türk dizilerinin Tunus’ta kapış kapış olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Biz de birkaç sene önce yayınlanan Kıvanç Tatlıtuğ’un oynadığı “Gümüş” dizisi 2009 yılının bir numara olanı ve Arapça dublaj yapılmış en 5-6 tane daha Türk dizisi var. Hoşuma gidiyor bu durum…

Okuldan sonra bana Sidi Bou Said’i bir Tunuslu gibi gezdiriyorlar. Bilmediğim birçok şey öğreniyorum. Bana yöresel her şeyi tattırmaya çalışıyorlar. Şimdi bunları size yazıyorum ne olduklarını.

Bamboloni: Simit şeklindeki hamur kızarmasını şekere buluyorlar ve satıyorlar. İsmi çok güzel tadı da öyle. Bütün gün boyunca bamboloni diyip durdum. 
Zugugu: Bu da bir tatlı çeşidi. Ama Hz. Muhammed’in doğum gününde yapılıp dağıtılırmış. Pudinge benziyor. Üzerinde fındık fıstık var. 
Zirir: İşte benim favorim. Bu da tatlı. Kadınlar doğum yaptıktan sonra gelen misafirlere dağıtılırmış. Gidenler üçünü de denemeli bence. 
Tey Bil Bondok: Çam fıstıklı nane çayı. Gidenler bilirler kuzey Afrika’da pek çok şehirde nane çayı meşhurdur. Tunis’te içine çam kozalağından çıkan fıstıklar koyup öyle servis yapıyorlar. Çok şekerli haberiniz olsun.

Sidi Bou Said’ten sonra arabası olan arkadaşlardan biri hadi başka yerlere de götürelim seni diyorlar ve hep birlikte yola çıkıyoruz. Önce Kartaca Katedraline gidiyoruz.

Kartaca Katedrali

Camii Kebir Zeynel Abidin Bin Ali Tunus

Katedral kapalı olduğundan etrafını gezip fotoğraf çekmekle yetiniyorum sadece. Daha sonra sıra da “Camii Kebir Zeynel Abidin Bin Ali Tunus” var. İsminden de anlaşıldığı gibi pek gösterişli bir cami. Cami arap baharında devrilen diktatörlerinin adına yapılmış. Mimarisi çok değişik. Bu cami Kartaca Katedralinin karşısına yapılmış. Bir çeşit gövde gösterisi aslında. Bizdeki Ayasofya ve Sultanahmet Camisi gibi…

Dolu dolu geçen koca bir gün beni gerçekten yoruyor. Otele dönmek üzere arabaya binerken, bir yandan da o sırada şantiyede olan eşimi düşünüyorum. Benim gördüğüm bu yerlerin hiç birini göremeden Tunus’tan ayrılacak. Sadece benim anlattıklarımı dinlemekle yetinmek zorunda. Bir şeyler yapmam gerek. Ama önce biraz uyumalıyım.

4. Gün

Sabah lobiye indiğimde bir bakıyorum ki beni almaya Olfa abisi ile birlikte gelmiş. Yanlarında 3 yaşındaki yeğeni Meram’da var. Bugünkü durağımız merkezden yaklaşık 60 km uzakta olan Hammamet. Yolda giderken birçok üzüm bağı çarpıyor gözüme. Magon bağlarıymış. Bu üzüm en iyi türden. Tunis’e gittiğinizde mutlaka bir şişe magon şarabı almalısınız. Tunis’te halkın içki satın alması yasak. Alkollü içecekler de sadece Fransız marketlerinde yabancılara satılıyor. Monoprix bunlardan biri. Raftaki en pahalı şarabı alıyorum. Hem de ödüllü bir şarap ve ödediğim tutar 12 dinar. Valizimde yer olsa birkaç şişe daha alırdım kesinlikle… Bir süre sonra Hammamet’e varıyoruz. Burası turistik bir yer. Çok güzel bir yat limanı var. 



Ama mevsim sonbahar olduğundan etraftaki turist sayısı yok denecek kadar az. Çevreyi geziyoruz. Evler muhteşem. Olfa’nın abisi Zaher bu evlerin yaklaşık1,5 milyon euro olduğunu söylüyor. Evet yanlış duymadınız! 1,5 milyon euro... Sadece fotoğraf çekmekle yetiniyorum:) Hammamet’ten sonra Sousse’a geçiyoruz. Öğle yemeğimizi burada yiyip Medina’yı geziyoruz. Zaher’e gelen acil bir telefon nedeniyle gezimizi yarıda bırakıp dönmek zorunda kalıyoruz. Saat 3 gibi otele dönüp biraz dinleniyor ve sonrasında hazırlıklara başlıyorum. Çünkü akşam Abdülrahman Beyler'e yemeğe davetliyiz.

Akşam saat 8 gibi Zaher gelip bizi alıyor babasının evine götürmek üzere. Tunis’in diğer yüzünü de görüyorum geçtiğimiz yollarda. Şehrin diğer tarafındayız şu an. Sanki bambaşka bir dünya… Kapıdan içeriye girdiğimizde koskocaman bir ev bize bakıyor. Bütün aile bizi kapıda karşılıyor. Abdülrahman Bey’in bütün çocuklarını eşleriyle birlikte çağırmış. Hepsiyle tek tek tanışıyor ve kısa bir muhabbetin ardından yemeğe oturuyoruz. Sofra donatılmış haliyle. Önce acılı bir çorba geliyor. Çok acı ama çok lezzetliydi. O gece Tunus’un bütün geleneksel yemeklerini hazırlamış ev sahibesi bizim için. Brick, Tajin, Kuskus, Tunus salatası (adını unuttum). Dikkatimi çeken bir şey söylemeliyim ki o da 
yemeklerin bir çoğunda yumurta var, yumurtaya alerjisi olanlar dikkat etmeli Tajin ve brick yerken. Yemekten sonra salona geçiyoruz. Hatırlarsınız belki yıllar önce annelerimiz koltukların kollarına ve başlarına dantel örtü örterlerdi. Aynı durum bu evde mevcut. Ortada klasik bir sehpa ve bütün bu klasikliğin içinde plazma televizyon. Biraz tezat duruyor ama bu onların zenginliğinin ifadesi. Evin annesi “Gümüş” izlemek istiyor. Kıvanç Tatlıtuğ’un dizideki adı Muhanned. Gülüyorum… Tunus’ta erkeklerin yarısından fazlasının ismi Muhannedmiş. Yani Mehmet…

Kendimi bu evde hiç yabancı hissetmiyorum. Çünkü her şey fazla tanıdık geliyor. Aile hayatı, misafir ağırlama… Yemekten sonra bize birer Türk kahvesi yapıyorlar. Yanında lokum ikram ederek. Kahveden sonra meyve servisi geliyor. Ardından şu çam fıstıklı nane çayı Tey bil Bonduk içiyoruz. Artık infilak etmek üzereyim herhalde diye düşünürken tatlı geliyor. Aman Tanrım bütün bunları biz mi yedik. Ama itiraf etmeliyim ki “buza” dedikleri bu tatlı inanılmaz lezzetliydi. Bütün tabağı bitirdik eşim de ben de… Ve saatler artık 24’ü gösterdiğinde kalktık ve teşekkürlerimizi sunarak otelimize dönmek üzere oradan ayrıldık.

5. Gün

Benim için macera eşim için iş dolu Tunus seyahatinden dönme vakti geldi işte. Check out yaptırıp, valizlerimizi lobiye bırakıyoruz. Daha vaktimiz olduğu için eşimi Sidi Bou Said’e götürüyorum. Bu 5 gün içinde 3. kez gidişim olduğu için sanki uzman bir rehber gibi hızlandırılmış tur ile gezdiriyorum. Daha sonra otele dönüp valizlerimizi alıp havaalanına gidiyoruz. Check in için sıra beklerken öğreniyoruz ki uçağımız yine rötarlı. Hem de 3,5 saat. Napalım diye düşünürken aklıma bir fikir geliyor. Haydi, Bardo Mozaik müzesine gidelim! Orayı da gezdikten sonra artık içim rahat bir şekilde Türkiye’ye dönebilirim eşimin de en azından bir iki yer gördüğü tesellisi ile…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder