Yıl 2009, evleneli 4 ay olmuştu ve eşimin bir müşteri ziyareti için Tunus'a gitmesi gerekiyordu. Bana
bunu söylediği an kararımı vermiştim, kocamla birlikte ben de Tunus'a gidecektim. Gezilecek yerler listesini o akşam hazırlamaya başlamıştım bile. Böylelikle
eşimle birlikte ilk yurt dışı gezimizi yapacaktık. Daha doğrusu o çalışacaktı ben gezecektim :)
Yolculuk günümüz bir Ramazan Bayramı’nın ertesi günüydü.
Hacıların İstanbul’dan aktarmalı uçtuklarını bilmiyorduk maalesef. Bu yüzden 3
saat rötarla kalkan uçağa bindiğimizde bir uçak dolusu Arapla birlikte Tunis’e
(başkent) vardık. Yaklaşık 3,5 saat süren yolculuk sonrasında neredeyse 1
saatte valizlerimizi bekledik. Çünkü bir uçak dolusu hacı galon galon zemzem
suyu getirmiş ve insanı komaya sokan itiş kakış içinde o senin bu benim diyerek
etrafa gürültü saçıyorlardı. En sonunda valizlerimizi aldık ve çıkış
kontrollerinin ardından bizi bekleyen araca doğru yürümeye başladık. Bir de ne
görelim. Yılda sadece 20 gün yağış alan Tunus’a bizim geleceğimiz gün yağmur
yağmaya başlamıştı. Hem de bir fırtınanın yaklaştığını söylüyorlardı. Uçağın 3
saat rötar yapsın, hava alanında 1 saat hacılarla boğuş, gittiğin gün hava
yağmurlu olsun yetmezmiş gibi bir de fırtına çıksın. Bahtsız bedevi durumları…
Bizi almaya eşimin müşterisi geldi ve hava alanından merkeze 20
dakika süren kısa bir yolculuktan sonra otelimize bıraktı. Aslında o gün
şantiyeye gitmeleri gerekiyormuş ancak işçiler fırtına çıkabilir uyarısı
üzerine işi bırakmışlar. Hal böyle olunca bize siz de dışarı çıkmayın uyarısını
yaptıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Bir süre sonra baktık fırtına filan yok,
yürüyelim biraz dedik ve kendimizi hiç bilmediğimiz sokaklara attık. Uzun bir
yürüyüş sonrası yorgunluğun ve açlığın bastırmasıyla birlikte küçük bir kafede
bir şeyler yedik. Gelişimizin ilk günü olduğundan ve ne yenir ne yenmez
bilmediğimizden pizza ile idare ettik. Sonradan edindiğim tecrübe ile
söyleyebilirim ki pek de güzel yemekleri olan bir ülke değil. Yemekler hakkında
birazdan bahsedeceğim. Ve tekrar yürümeye başladık.
Upuzun ve geniş bir
caddenin başındaydık şimdi. Çok güzel ve düzenli gözüküyordu herşey. Akşamın
loş ışıkları daha da güzelleştirmişti sanki etrafı. Caddenin sağında ve solunda
Paris’teki gibi küçük kafeler caddede akan kalabalığı ağırlıyor, şirin
dekoratif kesilmiş ağaçlar ise etrafa ayrı bir güzellik katıyordu. Adını sonradan
öğrendiğim bu yer Habib Burgiba Bulvarıydı.
Habib Burgiba Bulvarı üzerindeki kafelerden biri |
Bulvarın sonunda kocaman bir saat
kulesi karşılıyor sizi. Etrafında büyük sayılabilecek bir süs havuzu mevcut.
Birçok Tunuslu’nun yaptığı gibi biz de havuzun kenarına oturuyor ve etrafı
gözlemlemeye başlıyoruz. Burası değişik bir şehir. Daha önce gördüğüm diğer bir kuzey Afrika ülkesi olan Fas’a hiç benzemiyor. Burası insanı herhangi bir Avrupa
başkentinde gibi hissettiriyor sanki… Caddeler, kafeler, insanlar… Orada
bulunduğum 5 gün boyunca gördüğüm başı kapalı kadın sayısı bir elin
parmaklarını geçmedi. Çünkü başını kapatmak yasakmış. Eşimin müşterisi verince
bu bilgiyi, doğrudur herhalde deyip inanıyorum. Neyse, biz havuz kenarında
otururken birden havuzun suları ve ışıkları hareketlenip bize küçük bir görsel
şölen sundular. Gecenin karanlığında büyüleyiciydi. Ancak saatin neredeyse gece
yarısına geldiğini fark edince otele doğru gitmek için ayaklandık. Caddenin
sonundaki tramvay durağından 0.50 dinara bilet alıp otelimize yakın bir
yerlerde indik biraz yürüyüş sonrası artık uyumaya hazırdık.
2. Gün
Sabah 8’deki kahvaltının ardından eşim şantiyeye gitti. Bense
otelden bir harita alıp Dünya'nın en büyük ikinci mozaik müzesi olan Bardo
Müzesine gitmek üzere taksiye bindim. Bir önceki günkü havanın aksine dışarısı
günlük güneşlikti. Tam gezme havası:) Bu arada burada taksiler çok ucuz. Ben
otelden müzeye kadar 2 dinar ödedim. Mutlaka taksimetre açtırın yoksa fena
kazıklanırsınız. 15 dinarlık yolu 60 dinara götüren taksiciler var mesela.
Ayrıca akşam 9’dan sonra %50 zamlı çalışıyorlar. Müzeye gittiğimde 9,30’da açılıyor dediler. Yarım saatlik bekleyişten sonra 7
dinar verip bilet aldım. 1 dinar da içeri de fotoğraf çekmek isteyenlerden
alıyorlar. Benden size tavsiye ben foto çekmeyeceğim demeniz. Çünkü içeriye
girdikten sonra kimse size bunla ilgili bir şey sormuyor. Uyanık adamlar işte…
Her neyse, yarım saatlik bekleme süresinde Tunuslu bir rehberle tanışıp
ahbaplık yaptık ayaküstü. Slovak bir grubun tur rehberiymiş. Beni de sevmiş
olacak ki sen bizim grubumuzla gir, ben onlara anlattıktan sonra sana da
İngilizce anlatırım içeridekileri dedi. Ben tamam deyip grupla birlikte içeri
girdim. İçerisi tek kelime ile büyüleyici. Lisansını tarih bölümünde tamamlamış
biri olarak ağzımı hayranlıktan kapatamıyorum. Yer gök mozaik, heykel, sütun…
Üst katta kazıda çıkan tarihi eserler mevcut. Bu arada müzenin bekçisinin bana
anlattığına göre burası önceden saraymış ve Osmanlılar inşa etmiş. Bana
pencerelerdeki yıldız ve hilal motiflerini gösterdi dikkatle. Türk olduğumu
duyunca nedense pek bir sevindi. Burada Türkleri çok seviyorlar.
Müze
gezisinden sonra haritamı ve gezilecek yerler listesini çıkartıp bakıyorum.
Listede Sidi Bou Said, Kartaca ve Medina var o güne ayrılan. Nasıl gidebilirim
diye düşünürken birden bana içeride yardımcı olan Tunuslu rehberi görüyorum.
Ona soruyorum bu yerlere nasıl gidebileceğimi. Sıkı durun: Daha geldiği gün
yağmurla karşılaşan bahtsız "ben"in bahtı açılıyor çünkü rehber önce Sidi
Bou Said’e ardından da Kartaca’ya gideceklerini, benim de onlarla gelebileceğimi
söylüyor. İnanılmaz! Sanırım gezginlerin başına gelen bu tarz olaylar gezinin
en güzel kısmını oluşturuyor. Bardo müzesinden mavi ve beyazın buluştuğu, küçük
bir Yunan adasını andıran şirin mi şirin Sidi Bou Said’e varıyoruz. Aman
Allah’ım nasıl bir yer burası. Her sokağın, her pencerenin her kapının
fotoğrafını çekmek istiyorum.
Sidi Bou Said |
Sidi Bou Said |
Tepeye vardığınızda yollar hediyelik eşya satan dükkânlarla dolu. Her
biri çok güzel. Ama bir tanesi var ki çok enterasan. Sting’in Desert Rose
şarkısını bir çoğunuz biliyordur sanırım. Orada bahsettiği “desert rose” burada
tanesi 1-2 dinardan satılan bir taş. Bu taş çölde kendiliğinden oluşan bir
doğal bir taşmış. Şekli güle benzediği için ki gerçekten her biri benziyor bu
yüzden ona “çöl gülü” demişler. Gidenler bu taştan almalı. Buradan alınabilecek
en enterasan hediyelik bence!
Deser Rose (Çöl Gülü) |
Sidi Bou Said’e daha sonraki günlerde de
geleceğimi bilmeden oradan ayrılıyor ve Kartaca’ya Hannibal’in ülkesine doğru
yola çıkıyoruz. Burada sizlere Kartaca’nın tarihini anlatmayacağım. Çünkü
heryerde bu bilgiyi bulabilirsiniz. Genel ama yararlı bilgiler vermeye
çalışacağım. Sidi Bou Said ile aradaki mesafe çok kısa. Benim gibi şansı yaver
gitmeyip trenle gideceklere ek bilgi: Tren istastonuna kadar taksi ile gidip
ana gardan La Mersa’nın son durak olduğu trene binmelisiniz. Tren yaklaşık 30
dakika’da Sidi Bou Said’e, ondan sonra 10 dakikada da Kartaca’ya varıyor.
Kartaca Antik Şehri |
Çok
kolay bir şekilde buraya ulaşmanız mümkün. Hem de 0,50 dinara! Bu arada ben
grupla birlikte bilet almak için kuyruğa giriyorum. Giriş 8 dinar. Şimdi bir
hatırlatma: Kartaca şehrinde görülecek yerlerin hepsi bir komplex içinde değil.
Yürüme mesafesi ile ulaşılabiliyor her birine. Evler, tiyatro, bazilika, hamam,
bunların her biri için ayrı bilet almanıza gerek yok. Aldığınız biletin arkası
her gittiğiniz yerde işaretleniyor. Böylece tek biletle bütün Kartaca’yı
gezebiliyorsunuz. Hem de 8 dinara. 8 dinar. Ülkemizdeki müze ve antik
kentleri düşünürsek bu rakam gerçekten çok ucuz kalıyor ve kesinlikle
verdiğiniz paraya değiyor. Geldiğim tur rehberi ile burada vedalaşıp bundan
sonrasını kendim devam etmek üzere tren istasyonuna doğru yürüyorum. Susadığım
için bir benzin istasyonundan içecek bir şey alayım diyorum, o sırada arkamda
da bir polis memuru var. Fiyatını sorunca polis memuru kendi dilinde adama bir
şeyler söylüyor. Sanırım kazıklanıyorum. Ne olduğunu anlamadan benim alacağım
gazozun parasını polis memuru ödüyor ve “bendensin” diyor:) Evet çok entresan.
Hiçbir asılma, yılışma emaresi göstermeyen bu polis parayı ödeyip çıkıyor bende
teşekkür edip... Buradan sonra sırada Medina (hükümet binalarının, okul ve
hastanelerin olduğu yer) ve souk ( bizim kapalı çarşının benzeri) var. Tren son
durakta durunca benim yabancı olduğumu anlayan biri nereye gideceğimi soruyor,
ben de söylüyorum. O da benimle aynı istikamete gideceğini söyleyince birlikte
yürümeye başlıyoruz. Konuşmamız sırasında öğreniyorum ki kendisi Tunus asıllı
Normandiya’lı bir Jeoloji profesörüymüş Tunus Üniversitesi’nde. O günde bir
seminere katılmak üzere üniversiteye gidiyormuş. Bana Souk’ta dikkatli olmamı
söylüyor. Hırsızlığın yaygın olduğundan, paranı ve telefonunu iyi koru ve
pazarlıksız bir şey alma diyor.
Souk |
Souk’a geldiğimizde daha vakti olduğundan
üniversiteye gitmekten vazgeçip bana alışveriş konusunda yardımcı olabileceğini
dile getiriyor. Sanırım bahtım bir açıldı pir açıldı!! Anadilleri Fransızca ve
Arapça olan Tunus’ta yabancı dil sıkıntısı çekmedim hiç. Genelde herkes
İngilizce konuşuyor az çok ama bu alış veriş bölgesinin bulunduğu keşmekeş
mekanda bu durum biraz zor gözüküyor. Profesör: sen ne alacaksan bana söyle ben
senin için alayım sen bana parasını verirsin deyince ağzım hayretten bir kere
daha bir karış açılıyor. Gerçekten de aldıklarımızı kendine alır gibi
aldığından her şeyi yarısından da ucuza aldım. Bu arada el arabasında satılan
ve daha önce hiç görmediğim bir şey dikkatimi çekiyor. Ne olduğunu soruyorum.
Aldığım cevap çok ilginç: “Kaktüs meyvesi” Hinci dedikleri bu meyvenin
dışındaki dikenli yeşil kabuğunu büyük bir ustalıkla soyan satıcı, içinden
çıkan yavruağzı renkteki içini bana ikram ediyor. İçinde yenebilen küçük
çekirdekleri olan bu meyve mideye iyi geliyormuş (5 tanesi 1 dinar). Tadı
değişik ama denemek gerek. Şu hayatta kaktüs meyvesi de yemedim demem artık :)
Bütün hediyeliklerimi buradan alıp çıkışa doğru yürürken aklıma safran almak
geliyor. Bunu yeni tanıştığım arkadaşıma söyleyince bir aktara giriyoruz. Bana
kapının önüne koyduğu paketteki safranlar yerine bu arkadaşım sayesinde kasanın
yanında tuttuğu metal bir kutudan çıkardığı gerçek safrandan alıyorum hem de
gr’mı 8 dinardan. Aktardan çıkınca artık gitme vakti geldiğini
söyleyen profesörle vedalaşıp Habib Burgiba Caddesine doğru yürümeye
başlıyorum. Yolun başındaki St. Vincent De Paul Katedralini de gezip gördükten
sonra, birden bastıran sağanak yağmur eşliğinde otelime dönüp akşam yemeği için
eşimi beklemeye başlıyorum. Hala bütün gün yaşadıklarıma inanamayarak…
3. Gün
Sabah kahvaltısında sonra eşimin müşterisi Abdülrahman Bey’i kızı
Olfa ile birlikte bizi lobide beklerken buluyoruz. Daha önce bu baba kızı
İstanbul’da ağırladığımızdan aramızda tanışıklık var haliyle. Olfa gününü
benimle geçirmek üzere plan yapmış, hep birlikte otelden çıktık. Onlar
şantiyeye gitti, biz La Mersa’ya. Burası güzel bir sayfiye yeri. Yollar çok
düzenli, kafeler çok şık. Sabah güneşine karşı bu kafelerden birinde kahvemizi
içip konuşuyoruz. Konuşuyoruz dememe bakmayın. Ben Fransızca ve Arapça
bilmiyorum birkaç cümleden başka, Olfa da çok iyi İngilizce bilmiyor. Ama
durumu idare ediyoruz. Hatta birbirimize kendi dilimizde bir şeyler bile
öğretiyoruz. Giderseniz işinize yarayabilecek birkaç kelime:
Şükran: Teşekkürler
Jemil : Güzel (Nesneleri yada yerleri tasvir
etmek için)
Benin: Güzel (Yemek için kullanılıyormuş)
Kaf: Dur
Kahvelerimizi içtikten sonra La Mersa’da turluyoruz. Aslında
etrafta çok fazla bir şey yok. Yazın çok güzel olduğuna eminim ama. Olfa beni
botanik parka götürüyor. Tunis’in en yaşlı ağacının önünde fotoğrafımı da
çektirdikten sonra Sidi Bou Said’e gitmek için taksiye biniyoruz.
Önce Olfa’nın
okuluna gidiyoruz. Kendisi Ecole Nationale d'Architecture et d'Urbanisme de
Tunis’de 6. sınıf mimarlık öğrencisi o zamanlar.Bu okul koca ülkedeki tek mimarlık
okuluymuş ve eğitim 6 sene sürüyormuş. Birlikte okulu dolaşıyoruz. Bütün
öğrenciler bana bakıyor çünkü yabancı olduğumu biliyorlar. Biraz rahatsız
oluyorum tabi. Olfa daha sonra beni arkadaşlarıyla tanıştırıyor ve aramızda
koyu bir muhabbet başlıyor. Burada anlatacaklarım gezi kitaplarında bulunacak
türden şeyler değil, çünkü bu arkadaşlar bana kendi hayatlarından bahsediyorlar.
Bütün hepsi eğitimden şikayetçi. Projeleri için gerekli doküman bulamamaktan
yakınıyorlar. Ülkede yabancı dekorasyon dergileri bile yokmuş
esinlenebilecekleri. Hatta koca üniversitede internet bile yok öğrencilerin
kullanabileceği. Bir şekilde idare ediyorlar ama. Mezun olduktan sonrası da
dert biz de olduğu gibi. Öğrenciyken çalışmak için part-time iş imkanları yok
denecek kadar az. Geçimlerini aileleri karşılıyor. Burada da bizde olduğu gibi
kız ya da erkek evlenene kadar ailesi ile birlikte yaşıyor. Zaten başka
alternatifleri de yok. Tunus’ta bir öğretmen maaşı 600 -800 dinar arası
değişiyormuş. Yani 600- 800 lira arası. Ev kiraları da merkezde 300-350 dinar
arası. Geçinmek haliyle zor tabi ki. Hatta bu ülkede evlenmek bile çok zor
diyor erkek olan. Çok masraflıymış çünkü. Mobilya ve beyaz eşya çok pahalı
olduğundan para biriktirmek bayağı zaman alıyormuş. Düğün alışverişi için daha
uygun olduğundan Türkiye’ye bile gelenler varmış. Muhabbet uzadıkça uzuyor.
Sıra müziğe gelince hemen Tarkan diyorlar. Gökhan Tepe ve Sezen Aksu’yu da
tanıyorlar. Bunun dışında Türk dizilerinin Tunus’ta kapış kapış olduğunu
söylememe gerek yok sanırım. Biz de birkaç sene önce yayınlanan Kıvanç
Tatlıtuğ’un oynadığı “Gümüş” dizisi 2009 yılının bir numara olanı ve Arapça dublaj yapılmış
en 5-6 tane daha Türk dizisi var. Hoşuma gidiyor bu durum…
Okuldan sonra bana Sidi Bou Said’i bir Tunuslu gibi gezdiriyorlar.
Bilmediğim birçok şey öğreniyorum. Bana yöresel her şeyi tattırmaya
çalışıyorlar. Şimdi bunları size yazıyorum ne olduklarını.
Bamboloni: Simit şeklindeki hamur kızarmasını şekere buluyorlar ve
satıyorlar. İsmi çok güzel tadı da öyle. Bütün gün boyunca bamboloni diyip
durdum.
Zugugu: Bu da bir tatlı çeşidi. Ama Hz. Muhammed’in doğum gününde
yapılıp dağıtılırmış. Pudinge benziyor. Üzerinde fındık fıstık var.
Zirir: İşte
benim favorim. Bu da tatlı. Kadınlar doğum yaptıktan sonra gelen misafirlere
dağıtılırmış. Gidenler üçünü de denemeli bence.
Tey Bil Bondok: Çam fıstıklı
nane çayı. Gidenler bilirler kuzey Afrika’da pek çok şehirde nane çayı
meşhurdur. Tunis’te içine çam kozalağından çıkan fıstıklar koyup öyle servis
yapıyorlar. Çok şekerli haberiniz olsun.
Sidi Bou Said’ten sonra arabası olan arkadaşlardan biri hadi başka
yerlere de götürelim seni diyorlar ve hep birlikte yola çıkıyoruz. Önce Kartaca
Katedraline gidiyoruz.
Kartaca Katedrali |
Camii Kebir Zeynel Abidin Bin Ali Tunus |
Katedral kapalı olduğundan etrafını gezip fotoğraf
çekmekle yetiniyorum sadece. Daha sonra sıra da “Camii Kebir Zeynel Abidin Bin
Ali Tunus” var. İsminden de anlaşıldığı gibi pek gösterişli bir cami. Cami arap baharında devrilen diktatörlerinin adına yapılmış. Mimarisi çok değişik. Bu cami
Kartaca Katedralinin karşısına yapılmış. Bir çeşit gövde gösterisi aslında.
Bizdeki Ayasofya ve Sultanahmet Camisi gibi…
Dolu dolu geçen koca bir gün beni gerçekten yoruyor. Otele dönmek
üzere arabaya binerken, bir yandan da o sırada şantiyede olan eşimi
düşünüyorum. Benim gördüğüm bu yerlerin hiç birini göremeden Tunus’tan
ayrılacak. Sadece benim anlattıklarımı dinlemekle yetinmek zorunda. Bir şeyler
yapmam gerek. Ama önce biraz uyumalıyım.
4. Gün
Sabah lobiye indiğimde bir bakıyorum ki beni almaya Olfa abisi ile
birlikte gelmiş. Yanlarında 3 yaşındaki yeğeni Meram’da var. Bugünkü durağımız
merkezden yaklaşık 60 km uzakta olan Hammamet. Yolda giderken birçok üzüm bağı
çarpıyor gözüme. Magon bağlarıymış. Bu üzüm en iyi türden. Tunis’e gittiğinizde
mutlaka bir şişe magon şarabı almalısınız. Tunis’te halkın içki satın alması
yasak. Alkollü içecekler de sadece Fransız marketlerinde yabancılara satılıyor.
Monoprix bunlardan biri. Raftaki en pahalı şarabı alıyorum. Hem de ödüllü bir
şarap ve ödediğim tutar 12 dinar. Valizimde yer olsa birkaç şişe daha alırdım
kesinlikle… Bir süre sonra Hammamet’e varıyoruz. Burası turistik bir yer. Çok
güzel bir yat limanı var.
Ama mevsim sonbahar olduğundan etraftaki turist
sayısı yok denecek kadar az. Çevreyi geziyoruz. Evler muhteşem. Olfa’nın abisi
Zaher bu evlerin yaklaşık1,5 milyon euro olduğunu söylüyor. Evet yanlış
duymadınız! 1,5 milyon euro... Sadece fotoğraf çekmekle yetiniyorum:)
Hammamet’ten sonra Sousse’a geçiyoruz. Öğle yemeğimizi burada yiyip Medina’yı
geziyoruz. Zaher’e gelen acil bir telefon nedeniyle gezimizi yarıda bırakıp
dönmek zorunda kalıyoruz. Saat 3 gibi otele dönüp biraz dinleniyor ve
sonrasında hazırlıklara başlıyorum. Çünkü akşam Abdülrahman Beyler'e yemeğe
davetliyiz.
Akşam saat 8 gibi Zaher gelip bizi alıyor babasının evine götürmek
üzere. Tunis’in diğer yüzünü de görüyorum geçtiğimiz yollarda. Şehrin diğer
tarafındayız şu an. Sanki bambaşka bir dünya… Kapıdan içeriye girdiğimizde
koskocaman bir ev bize bakıyor. Bütün aile bizi kapıda karşılıyor. Abdülrahman
Bey’in bütün çocuklarını eşleriyle birlikte çağırmış. Hepsiyle tek tek
tanışıyor ve kısa bir muhabbetin ardından yemeğe oturuyoruz. Sofra donatılmış
haliyle. Önce acılı bir çorba geliyor. Çok acı ama çok lezzetliydi. O gece
Tunus’un bütün geleneksel yemeklerini hazırlamış ev sahibesi bizim için. Brick,
Tajin, Kuskus, Tunus salatası (adını unuttum). Dikkatimi çeken bir şey söylemeliyim ki o da
yemeklerin bir çoğunda yumurta var, yumurtaya alerjisi olanlar
dikkat etmeli Tajin ve brick yerken. Yemekten sonra salona geçiyoruz.
Hatırlarsınız belki yıllar önce annelerimiz koltukların kollarına ve başlarına
dantel örtü örterlerdi. Aynı durum bu evde mevcut. Ortada klasik bir sehpa ve
bütün bu klasikliğin içinde plazma televizyon. Biraz tezat duruyor ama bu
onların zenginliğinin ifadesi. Evin annesi “Gümüş” izlemek istiyor. Kıvanç
Tatlıtuğ’un dizideki adı Muhanned. Gülüyorum… Tunus’ta erkeklerin yarısından
fazlasının ismi Muhannedmiş. Yani Mehmet…
Kendimi bu evde hiç yabancı hissetmiyorum. Çünkü her şey fazla
tanıdık geliyor. Aile hayatı, misafir ağırlama… Yemekten sonra bize birer Türk
kahvesi yapıyorlar. Yanında lokum ikram ederek. Kahveden sonra meyve servisi
geliyor. Ardından şu çam fıstıklı nane çayı Tey bil Bonduk içiyoruz. Artık
infilak etmek üzereyim herhalde diye düşünürken tatlı geliyor. Aman Tanrım
bütün bunları biz mi yedik. Ama itiraf etmeliyim ki “buza” dedikleri bu tatlı
inanılmaz lezzetliydi. Bütün tabağı bitirdik eşim de ben de… Ve saatler artık
24’ü gösterdiğinde kalktık ve teşekkürlerimizi sunarak otelimize dönmek üzere
oradan ayrıldık.
5. Gün
Benim için macera eşim için iş dolu Tunus seyahatinden dönme vakti
geldi işte. Check out yaptırıp, valizlerimizi lobiye bırakıyoruz. Daha vaktimiz
olduğu için eşimi Sidi Bou Said’e götürüyorum. Bu 5 gün içinde 3. kez gidişim
olduğu için sanki uzman bir rehber gibi hızlandırılmış tur ile gezdiriyorum.
Daha sonra otele dönüp valizlerimizi alıp havaalanına gidiyoruz. Check in için
sıra beklerken öğreniyoruz ki uçağımız yine rötarlı. Hem de 3,5 saat. Napalım
diye düşünürken aklıma bir fikir geliyor. Haydi, Bardo Mozaik müzesine gidelim!
Orayı da gezdikten sonra artık içim rahat bir şekilde Türkiye’ye dönebilirim
eşimin de en azından bir iki yer gördüğü tesellisi ile…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder